‘Tasavvuf’ olarak etiketlenmiş yazılar

İmâm-i Rabbâni (r.a.) nin yazmış olduğu “Mükâşefât-i gaybiyye” (Müceddidiyye) risâlesi

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 12

Kendisi de sultana hep hayır duâ ediyordu. Sultanın veizir, koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin başına kardeşini tayın etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neş’e görerek tevbe etti. Bozuk itikadını terk edip Ehl-i sünneti seçti ve onun halis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile Müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günahkar tevbe etti. Hatta bazıları yüksek âlim oldu.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu, hapisten çıkarıp ikâm ve ihsân eyledi. Hatta hâlis talebesinden ve sadık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi.

Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) daha önceleri;

-“Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha çok makâmlar vardır. Onlara yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir. Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim.” Buyurmuştur.

Talebesinden bir kısmına;

-“Elli ile altmış arasında üzerime dertler, belâlar yağacak.” Buyurmuştu.

Buyurduğu gibi oldu. O makamlar da yükselmek nâsib oldu.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) ni hapsettiren Selim Cihangir Hân’ın oğlu Şâh Cihân padişah olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu halde zafer kazanamadı. O zamanın evliyasından birine halini anlatıp duâ istedi.

O veli dedi ki;

-“Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lazımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncü bu işe razı değildir. O da İmâm-i Rabbâni Müceddid-i elf-i sâni hazretleri (r.a.) dir.

Şâh Cihân, İmâm-i Rabbâni (r.a.) in huzuruna gelip duâ etmesi için yalvardı.

Fakat İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) onun babasına karşı gelmesine mâni olup nasihat etti.

-“Babana git, elini öp, gönlünü al, yakında vefat edecek, sultanat sana kalacaktır.” Diye müjde verdi.

Şâh Cihân emirtlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1037 (m. 1627) de babası vefat edince saltanatına kavuştu.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

İmâm-i Rabbâni (r.a.) nin yazmış olduğu “Mebde’ ve Meâd” risalesi

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 13

Müslümanların zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin elinde müslüman oldu.

Çok sayıda fasık ve fâcır onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek Salih müslüman oldu. Uzaktan yakından çok kimseler, rü’yada ve uyanık, iken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır.

Âlim, Salih, genç, ihtiyar binlerce kişi onu görüp, sohbetinde bulununca, feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzurundaki pek çok sayıda talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerametleri görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu bildirilmiştir

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.), İslâm dininde her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velidir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) daha ilim deryasına yeni daldığı sıralarda Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) i rüyada görmüştü.

Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) kendisine buyurmuştu ki;

-“Sen Kelâm ilminde müctehid olacaksın.”

Bu rüyasını hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her meselesinde ayrı ictihadı ve görüşleri vardır. Fakat, meselelerin çoğunda (Mâtüridiyye) imâmımız ile beraberdir. Eski Yunan filozoflarının islamiyette uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbat etti.

Tasavvuf büyüklerini tanımayarak, sözlerini anlamıyrak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, cahil ve ahmakların yüz karalarını meydana çıkardı. Önceki birçok asırda İslamiyette çok sinsi bir şekilde, din düşmanları tarafından sokulmak istenen felsefi düşünceleri tamamen bertaraf etti.

Yazdığı mektublar ve kitablarla, kıyamete kadar bu yoldaki bütün suallere cevap teşkil edecek izahlar ve açıklamalar yaptı. Daha 18 yaşında iken yazdığı “İsbat-ün nübüvve” (peygamberliğin isbatı) kitabı ile peygamber leri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allah’ın dinini bildiren ve Allah-ü teâlâ’nın seçtiği kimseler, filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin delillerle isbap etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamberleri filozof zanedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklrini göztererek, İslâm dinine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylce dini, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır.

Büyük ehl-i sünnet âlimleri ve evliyanın da ancak Muhammed Aleyhisselam’ın tam yolunda yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir.

Bundan sonradır ki, Müslümanlar arasındaki sapık kimselerin tesiriyle ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şüpheye ve tereddüde düşürülmüş olanlar itminâna ve emniyete kavuşmuşlardır. Daha sonraki asırlarda ve zamanımızdaki filozofların her türlü sözlerine, onun eserlerinde cevaplar bol bol bulunmaktadır.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Halilür-rahman dergâhı (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 14

İmâm-i Rabbani hazretleri (r.a.), tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine kavuşarak, Muhyedin-i Arabi, Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni, Bayezid-i Bistami ve Cüneyd-i Bağdadı (r.anhüm) başta olmak üzere, kendisinden önce yaşamış velilerin sekr halinde yani tasavvuf’da kendinden geçme halinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasına ve imanlarının ve itikadlarının tehlikeye düşmesine mani olmuştur.

Böylece o büyük velileri kötülemek veya medhetmek şeklinde de olsa, iftiralar atılmasına son vermiştir. Tasavvuf deryasından bol bol saçtığı yüksek ma’rifetler, beliğ ifadeler ve fâsih sözler ile, çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakikatleri, candan arzulayanlara sunarak, bu sonsuz deryadan susuzlarının harâretini teskin etmiştir. Yolunu şaşıranlara doğru yolu göstemiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suallere cevaplar vererek, tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır.

Mürşidlik, müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma’rifet, kerâmet gibi kelimeleri çok mükemmel bir şekilde açıklamış, bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, Müslümanları kandıran ve şaşırtan cahillerle, dünyaya düşkün bozuk tarikatçıların maskelerini indirmiştir.

Bu hususta esasları düsturları açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakikatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece bu yoldan, tasavvuf kelimesi perde edilerek, İslâm dinine bozuk inanç ve ibadetlerin, uydurma merâsim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurâfelerin girip yerleşmesini önlemiştir.

Vilâyetin ve veliliğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allah-ü teâlâ’yı unutmamak ve Allah-ü teâlâ’nın isimlerine, sıfatlarına ve fiilerine olan ma’rifet, yakınlık olduğunu; tasavvufun, İslâm dini dışında ayrı bir yol değil, bizzat dinimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allah-ü teâlâ’ya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde izah etmiştir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidraclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma’rifet ve kerâmet sahibi hakiki velilerle karıştırılmasına mani olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryasında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamıştır.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) kitablarında, mektublarında, sohbetlerinde ve günlük hayatında, bütün bidatlerle şiddetle mücadele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş olan nice sünnetleri, hatta farzlerı yeniden meydana çıkarmıştır.

Bidatların en çirkinin, itikada ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlara ve ibadetlere sokulmak istenen bidatlerle, ilim, amel ve marifet ile mücadele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.

Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yaptığı açıklamalar, bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır.

Mesele, atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, halbuki elektronların çok hızlı dönüşmelerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dörtüz sene önce açıklamıştır.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Halilür-rahman dergâhi (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 15

Bu husus fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.

Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dini, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber Şâh zamanında yokolan, ihmal edilen İslâm eserleri yenilendi. İnançsızlardan pek çok kimse onun elinde Müslüman oldu.

Binlerce fasık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânan ismi ile meşhur Abdürrahim Hân, Nüvab Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed a’zm Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te’sirli mektupları ile İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat itikâdını beyan etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi.

Bunlar da emr-i şeriflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dinin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, iman ve sünnet nuru yayıldı.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.), tasavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek marifetlerle dolu bir mektubun sonunda şöyle yazmıştır.

-“Allah-u teâlâ’nın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan sonuna kadar beni mümtâz eylediği yolun aslı, nihayetin başlangıcına yetiştirilmesi olan “Ahrâriyye” yoludur. Bu asıl ve temel üzerine birçok binalar kurdurdular. Köşkler yaptırdılar. Eğer bu asıl ve temel olmasaydı bu hale gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand’dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke topraklarından olan Hindistan’a ektiler. Fazilet suyu ile terbiye eylediler. Bu faziletler ve ihsanlar kemâle gelince, bu ilim ve ma’rifet meyvelerini verdi. Allah-ü teâlâ’ya bu ni’metlerinden dolayı hmd-ü-senâlar olsun.”

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin tasavvufda gösterdiği yola “Müceddidiyye” denilmiştir.

Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlakı ile ahlaklanması için lazım olan bilgileri ve yoları öğreten ilimdir.

Tıb ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızası için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerini uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızası için olmasını emrediyor.

Kısaca din; İlim âmel ve ihlasdan ibarettir.

İnsanın manen yükselmesi, dünya ve ahret saâdetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetirlirse, imân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi yani benzinidir. Maksada ulaşmak için uçak elde edilir. Yani imân ve ibâdet kazanılır harekete geçmek içinde kuvvet, yani tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir.

Tasavvuf’un iki gayesi vardır.Birincisi; İmânın vicdanileşmesi, yanı kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile delil ve isbat ile kuvvetlendirilen imân böyle sağlam olmaz.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Halilir-rahman dergahı (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 16

Allah-ü teâlâ kur’ani kerimde Râd suresi 28. ayet-i kerimesinde meâlen buyurdu ki;

-“Kalblere imân’ın sinmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.”

Zikr, her işte ve her harekette Allah-ü teâlâyı hatırlamak, onun rızasına uygun iş yapmak demektir.

Tasavvuf’un ikinci gayesi;

Fıkıh ilmi ile bildirilen ibadetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir.

İbâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvuf’a sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nurlar, ruhlar ve kıymetli rüyalar görmek için değildir.

Tasavvuf ile elegeçen ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce imânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lazımdır. Zaten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir.

Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmil tarafından öğretilir.

Mürşid-i kâmil;

Yol geösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilecek âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usullerle gösterdikleri, insanları saâdete kavuşturmak için tasavvuf’ta takib ettiği bu yollara “tarikat” denilmiştir.

Tarikat’ların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir.

Tarikatlar, başlıca iki kısma ayrılır;

1-Sessiz zikr (Zikr-i hafi) yapan tarikatlar; Bu yol Hazret-i Ebû Bekr (radiyallah-u anhu) den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre, (Tayfuriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakiki olan (Bektâşiyye). (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve Halidiyye gibi isimler almışlardır.

2-Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehri) yapan tarikatlar; Bu yolda, Hazreti Ali (Radiyallah-u anhu) den on iki imâm vasıtasıyla gelmiştir. On iki imâm’ın sekizincis olan İmâm-i Rıza (r.a.) dan Ma’ruf-i Kerhi (r.a.) almış ve Cüneyd-i Bağdai (r.a.) nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhur mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır.

Böylece Ebû Bekr-i Şibli yolundan (Kâdiri), (Şiâzili), (Sa’di) ve (Rıfai), Ebû Ali Rodbarı yolundan; Ahmed Gazali ve Ziya-üd-din Ebû Necib-i Sühreverdi vasıtaları ile (Kübrevi) meydana gelmiştir. İmâm-i Ali (r.a.) den Hasen-i Basri (r.a.) vasıtası ile (Edhemi) ve bundan (Çeşti) hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rifâiyyeden hasıl olmuştur.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu


Halilür-rahman Dergahı (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 17

-“Tarikat, zikr ile Allah-ü teâlâ’ya kavuşma yoludur. Zikr, Allah-ü teâlâ’yı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır.”

-“Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat diyerek bir şeyler uyduruldu. Hakiki İslâm âlimlerinin, Eshâb-i kirâmın, Peygemberimiz (s.a.v.) den alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde cahil insanlar, hatta İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarikatçi ünvanı alarak zikr ve ibâdet adı altında, dinimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atları işlediler.”

-“Bugün sahte, yalancı mürşidlere, Müslümanları sömüren târikatçılara, dini siyasete alet edenlere çok rastlanmaktadır.”

Şeyh-ül-İslâm Ahmed ibdni Kemâl Efendinin Risâle-i Münire adlı eserinde yer alan bir hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) buyuruyor ki;

-“Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyet’e uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.), “Mektubât” adlı eserinin üçüncü cild 123. Mektubunda, bu hususla ilgili olarak şöyle buyurmuştur;

-“İnsanı Allah-ü teâlâ’ya kavuşturan yollar ikidir.

-“Birincisi; peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “Aleyhimüssalavatü vetteslimât” ve bunların sahabeleri bu yolda kavuşmuşlardır. Ümmetleinden sahâbi olmıyanlar arasında dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirilir. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Yani vâsıl olduktan sonra, doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz.”

-“İkinci yol; (Vilâyet yolu) dur. Kutblar, evtâd, büdel,â, nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülük) yoludur. Evliyânın cezbeleri de bu yolun cezbleridir. Bu yoldan kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, Hazret-i Ali Mürtyeza (Keremallahü teâlâ vechehü’l-kerim) dir. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur.”

-“Resulullah (Sallallahu aleyhi ve selem) den gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fatımat-üz-Zehrâ (r.anha) hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyn (r.anhüm) bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar. Öyle sanıyorum ki, Hazret-i Ali (r.a.) dünyaya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefât ettikten sonra da, bu yolda her veliye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur. Hazret-i Ali (r.a.) vefat edince, ondan yayılan feyzler, Hazret-i Hasen ve sonra Hazret-i Hüseyn (r.anhüm) vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki imâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki imâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya de hep bunlardan geldi. Abdülkâdir-i Geylâni (r.a.), dünyaya gelip, veli oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazifeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya oniki imâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir veli bu makama kavuşamadı.”

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Halillür-rahman dergahi (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 18

Bunun içindir ki;

-“Önceki velilerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmayacaktır.” Buyurmuştur.

-“Hidayet, irşâd feyzinin akmasını, güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri (r.a.) ne oniki imâm’ın vazifeleri verilmiştir. Rüşd ve hidayete vâsıta olmuştur. Kıyamete kadar, her veliye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylani hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona ”Gavs-ül-a’zam” denilmiştir.)”

Her asırda gelen müceddidler, onun vekilleridir.
Resulullah (s.a.v.) in vârisi, Müceddid-i elf-i sâni,
İlm-i zâhirde müctehid, tasavvuf’da Veysel Karani (r:a.)
Dini yaydı yeryüzüne, nurlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gafilleri, büyük İmâm-i Rabbâni
İyi bildi ilm-i hâli, dine uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihanı, oldu Ebû Bekr misali,
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de veli,
Ömer Faruk soyudandır, buna şahid oldu adlı.

Üstünlüğü ve mehdi;

Zamanın âlimleri, İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) ne “Sıla” ismi ile hitab ettiler. “Sıla”, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvuf’un İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyette uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-i İslâmiye ile Tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir.

Bir Hadis-i şerifte;

-“Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennete girer.” Buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadis-i şerif, İmâm-i Süyuti (r.a.) nin “Cem’ül-Cevâmi” kitabında vardır.

İmâm-i Rabbâni hazretleir (r.a.) bir mektubunda;

-“Beni iki deryâ arasında “Sıla” yapan Allah-ü teâlâ’ya hamd olsun.” Diye dua etmiştir.

Eshâbi, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhur olmuştur.

Hadis-i şerifte müjdelenen “Sıla” ismini odan evvel kimse almamaıştır.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Dergâh Cami-i (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 19

Mevlânâ Abdurrahman Cami (k.s.) “Nefehât” kitabında diyor ki;

-“Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmi buyurdu ki;

-“Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allah-ü teâlâ hazretleri (c.c.), evliyâya verdiği hâllerin, ihsanların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsanlar yapar ve bunu herkes görür.”

Ahmed Cami (r.a.) den , İmâm-i Rabbâni (r.a.) zamanına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zaman içinde evliya arasında bu büyüklükte Ahmed isminde biri bulanamadı. Ahmed Cami (r.a.) nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-i Rabbâni (r.a.) ye aid olmaktadır.

Şeyhülislâm Ahmed Cami (r.a.) nin;

-“Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin tarihinden sonra olup en büyüğü ve en yükseği odur.” Sözü de bu hususu kuvvetlendirmektedir.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.), müceddidi elf-i sanidir. Yani hicri ikini binin müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi, yeni din önceki dini değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz sende de bir Nebi gelir, din sahibi Peygamberin dinini değiştirmez, kuvvetlendirirdi..

Hadis-i şerifte; bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dinini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) den sonra peygamber gelemiyeceğine göre, kedisinden bin sene sonra, İslâm dinini her bakımdan ihyâ edecek, dine sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı seâdetteki temiz hâline getirecek, zahiri ve batını ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lazımdı. Hadis-i şerifler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) yapmıştır.

Bütün İslâm âlimlri, bu zâtın İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) olduğunda ittifak etmişlerdir.

Peygamberimiz (s.a.v.) den tam bir sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihâni Resulullah (s.a.v.) ın nurları ile aydınlattı. Bidatları temizleyip İslâm dinini ihya etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hatta bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvuf’da Vahdet-i vücûdu anlatan sözler Müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı.

Birçok cahiller, büyüklerin sözlerinin manalarını anlayamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, Müslümanları doğru yoldan ayırmak çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi gösterilerek, Müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok meseleyi gayet açık birşekilde izah ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bidatlardan temizledi Hakkı batıldan ayırıp, Peygamberimizin (s.a.v.) hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği sünnet itikadını her yere yaydı. 

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Balıklı göl (Şanlı Urfa)

İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) – 20

Genç-ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddid-i elf-i sâni) ismini veren zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhâkim-i Siyalkuti (r.a.) dir O zamnın diğer büyük âlimler de onu medhetmiş, övmüştür.

Talebelerinin meşhurlarından Muhammed Hâşim-i Keşmi (r.a.) “Zübdet-ül-makâmat” adlı eserinde şöyle yazmıştır;

-“Kalbimden geçti ki; Eğer Allah-u teâlâ, bu zamanın âlimlerinin en büyüklerinden birini, İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin Müceddid-i elf-i sâni olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirse, bu mana tamamen kuvvetlendirdi..”

Birgün bu düşünce ile İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin huzuruna gittim. Bu fakire hitap buyurdular ki;

-“Birçok kıymetli kitablar yazan aklı ve naklı ilimlerde Hindistan’da bir benzeri bulunmayan Abdülhakim Siyalkuti (r.a.) den mektup aldım.” Bunu söyleyip tebessüm etti. Sonra da ”Mektubunun bir yerinde bu fikri medhedip; “Müceddid-i elf-i sâni” yazıyor.” Dedi.

Abdülhakim Siyalkuti; bir gece rüyada İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) ni gördü. İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) ona şu ayet-i kerimeyi okudu;

-“Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak.” (En’am suresi 91 Ayet) bu rüyayı gördükten sonra İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin huzuruna gelip hakiki mühlislerinden oldu..

Huzuruna gelmeden evvel;

-“Ben İmâm-i Rabbâni’nin üveysiyim” (Yani onun ruhaniyeti beni terbiye ediyor) dedi.

Halil-ül-Bedahşi (k.s.) buyuruyor ki;

-“Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan’da bir kâmil gelir ki, asrında onun gibisi bulunmaz.” Hindistan’da bu silsileden İmâm-i Rabbâni (k.s.) den başkası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-i Rabbâni (r.a.) ye ait olması zaruri lazımdır.”

Hâce Muhammed Bâki-billah (r.a.) ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerinden olan Seyyid Mir Muhammed Nu’man (r.a.) diyor ki;

-“İmâm-i Rabbâni’ye tabi olmağa hocam bana söyleyince, buna lüzüm olmadığını anlatmak için;

-“Kalbimin aynbası ancak izin parlak kalbinizin nuruna karşı duruyor.” Dedim.

Hocam sert bie sesle;

-“Sen Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun güneş olan nuru, bizler gibi binlerce yıuldızı örtmektedir.” Buyurdu.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmiüçüncüsü olan Ahmed Faruk-i serhendi İmâm-ı Rabbânı (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

24- Fuad Yusufoğlu Muhammed Ma'sum Faruki (r.a.9 mübarek türbeleri

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) mübarek türbeleri

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu);

Evliyanın meşhurlarınden, büyük İslâm âlimi. Hicri ikinci bin yılının müceddidi İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin üçüncü oğludur.

İnsanları hakk’a da’vet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine; “Silsile-i âliye” denilen büyük âlim ve velilerin “yirmidördüncüsüdür.” Lakabı Mecdüddin olup, “Urvet-ül-vüskâ” ismiyle meşhurdur.

Urvet-ül-vüska; sağlam ip, kendisine uyulan büyük âlim demektir. 1007 (M. 1599) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrine iki mil uzakta bulunan Mülk-i Haydar mevkiinde doğdu. 1079 (M. 1668) senesinde Serhend’de vefat etti.

Türbesi mübarek babası İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin türbesinin birkaç yüz metre kuzeyindedir.

Muhammed Ma’sum hazretleri (r.a.), bu ümmette gelmiş olan en yüksek evliyalardandır.

O doğduğu zaman babası;

-“Muhammed Ma’sum’un dünyaya gelişi, bizim için çok bereketli ve pek mübarek oldu.O’nun doğmasından birkaç ay sonra yüksek hocamın (Muhammed Baki-billah’ın) huzuruna kavuştum. (O’na talebe oldum). Gördüklerimi orada gördüm.” Buyurmuştur.

Daha üç yaşında iken, tevhid kelimesini söylerdi. Kur’an-i kerim’i üç ayda ezberledi. İlim tahsil ettiği sırada, onbir yaşında iken, zikir ve murakabe yolunu babasından aldı.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) onun hakkında;

-“Muhammed Ma’sum’un günbegün anbean bizim nisbetimizi elde etme hali; dedesinin yazdığı “Vikâye” kitabını o yazdıkça arkasından ezberleyen “Serhi Mevâkif” kitabının sahibinin haline benzer.” Buyurdu.

Tasavvuf’ta yetişmesi ve makamları aşması pek sür’atli oldu. Hâllere, yüksek makamlara, eşsiz vâridata ve kemâllere kavuşunca, mübarek babası kendisine mutlak icazet verdi.

Babasını, zahir ve bâtın ilimlerinde adım adım ta’kib etti. Keşfleri çok doğru çok kuvvetli olup, uzak memleketlerdeki talebesinin vilayetin, evliyalığın hangi mertebesinde olduğunu ve meşreblerinin nasıl olduğunu haber verirdi.

Babası İmâm-i Rabbani hazretleri (r.a.) yine ona buyurdu ki;

-“Bu oğlum sabikundan (bu ümmetin büyüklerinden) dir.”

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu