‘Tasavvuf’ olarak etiketlenmiş yazılar

Muhammed Ma’sum Faruki (r.a.) nun “Mektubat” isimli kitabın kapağı

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) – 2

O daha küçük iken, babası onda tam bir olgunluk ve irşad eserleri gördü. İstidadının yüksekliğini anlayınca teveccüh ve nazarları ile ona yönelip, istidadının altında gizli olan kemalatın açığa çıkmasını bekledi.

Buyurdu ki:

-“Hal, ilimden sonra olduğu için, ilim okumaktan başka çare yoktur.’’

Bu sebeple oğluna akli ve nakli ilimleri okutmaya başladı. En zor ve en derin kitapları satır satır, yaprak yaprak okumasını emretti. Böylece Muhammed Ma’sum hazretleri (r.a.) ilim tahsıline başladı.

İmam-ı Rabbani hazretleri (r.a.) ona buyururdu ki:

-“İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle büyük işlerimiz vardır.”

Daha ondört yaşında iken babasına;

-“Ben kendimde öyle bir nur arıyorum ki, bütün alem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nur sönerse dünya karanlık, zulmetli olur.” diye arzedince,

Babası ona;

-“Sen zamanın kutbu olursun“ buyurarak müjde vermiştir.

Nitekim daha sonra bunu kendisi şöyle belirtmiştir:

-“Allahü tealaya senalar olsun Va’d edilen ele geçti, babamın müjdelediklerine kavuştum.’’

Muhammed Ma’sum (r.a.), ilminin çoğunu babasının huzurunda öğrendi. Bu tahsili, sırasında İmam-i Rabbani hazretleri bir mektubunda onun hakkında şöyle yazmıştır:

-“Bu günlerde oğlum Muhammed Ma’sum ,“ Şerh-i Mevakıf’’ı bitirdi. Bu arada Yunan felsefecilerinin kusur ve hatalarını iyi anladı. Çok faidelere kavuştu. Allahü tealaya bu ihsanından dolayı hamd ve senalar olsun.”

İlminin bir kısmını da büyük ağabeyi Muhammed Sadık’tan ve babasının halifelerinden olan büyük âlim Muhammed Tahir-i Lâhori (r.anhim) den öğrendi.

Ayrıca başka âlimlerden de ilim öğrendi. Hadis ilminde babasından icazet (diploma) aldı.

Onaltı yaşında iken, bütün ilimlerin tahsilini bitirdi. Bundan sonra tamamen tasavvufa yönelip, babasının feyzlerine, üstün makamlara, büyük derecelere ve yüksek kemâlâta kavuştu.

Kendinden önce yaşayan büyük velilerin bir ömür harcayarak elde ettiklerini, o daha çocukluğunda elde etti.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Zeynel Âbidin Cam-i avlusu

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) – 3

Bu durumu kendisi şöyle ifade etmiştir;

-“Bu fakir, (Yani Muhammed Ma’sum) o esrar denizlerinin dalgıcı oldum. O yüksek efendim (İmâm-i Rabbâni), daima bu fakirin halini kontrol ve teftiş ederdi. İlerlememi yakından incelerdi. Çok teveccüh buyuruyordu, Gizli hakikatlari beyan eyledikleri zaman bu fakirden başkası, şerefli huzurlarında yok idi.

Kavuştuğum şeyleri sorduktan sonra çok iltifat eylediler. Yüksek hâllere kavuştuğumun müjdesini verdiler. Allah-u teâlâ’ya bunun ve verdiği nimetler için hamd-u senâlar olsun.”

Muhammed Ma’sum (Radiyallah-u anhu), mübarek babasının feyzleri ve teveccühleriyle çok çabuk kemâl derecelerine ulaştı. Kavuşma yolu pek kısa oldu. Bir ömür boyunca elde edilenler, günler ve aylara sığdırdı. Öyle yetişti ve yükseldi ki, onun bereketi ve feyzleri bütün âleme yayıldı.

İmâm-i Rabbâni hazretleri (radiyallah-u anhü) ömrünün son günlerinde onu hususi odasına çağırıp buyurdu ki;

-“Benim bu dünyaya bağlılığım yalnız bu kayyumluk vazifesi ve muâmelesi sebebiyle idi. Devamlı teveccühlerden sonra o sana verildi. Bütün mahlukat tam bir şevk ile yüzünü sana dönüyor. Şimdi bu fani dünyada kalmak için sebep bulamıyorum. Bu deni (kötülüklerle) dünyadan göç etmem yaklaştı.”

Muhammed Ma’sum-i Fâruki (r.aleyh) buyurdu ki;

-“Bu fakir, bu gizli müjdeyi duyduğum halde kalbim parçalandı. Gözlerim yaşla doldu. Büyük bir elem ve üzüntü ile kendimden geçtim. Ne dilimde konuşacak kuvvet, ne kulağımda dinleyecek kudret kaldı.

Bendeki bu değişmeyi görünce, şefkat ve merhametinin çokluğundan bir müddet daha yaşayacağını işaret edip şöyle buyurdu;

-“Allah-u teâlâ’nın âdeti şöyledir ki; birini kendine çağırır, diğerini onun yerine oturtur.”

Muhammed Ma’sum-i Fâruki (r.aleyh), babası İmâm-i Rabbâni hazretleri (r.a.) nin vefatından sonra, vaz ve irşad makamına geçip talebe yetiştirmeye başladı. O da ilim ve feyz saçarak insanları doğru yola davet etti. İslâm tarihinde rüşd ve hidayeti onunki kadar yaygın olan bir âlim ve mürşid görülmemiştir.

Dokuzyüzbin kişi ona talebe olup elinde tövbe etmiş, talebelerinden, yüzkırkbini evliyalık mertebelerine kavuşmuş, yedibini de mürşid-i kâmil (tam ve olgun bir âlim) olarak yetişip, irşad ile emrolunmuştur.

Talebeleri onun huzurunda bazen bir ayda, bazen bir haftada evliyalık kemâlatına ererlerdi. Bazılarını bir teveccühde, makamların hepsine ulaştırırdı.

Talebeleri;

Başta kendi altı oğlu olmak üzere, yetiştirdiği büyük âlim ve velilerden bir kısmı şunlardır;

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

ZeynelÂbidin cami şadırvanı

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) – 4

Muhammed Sıbğatullah, Muhammed Nakşibend (Hazret-i Hüccetullah ismi ile meşhurdur) Muhammed Ubeydullah (İslamiyeti kuvvetlendiren manasında; “Mürrevvicüşşeriat” lakablı ile meşhurdur. Muhammed Eşref, Muhammed Seyfeddin, Muhammed Sıddık (radiyallah-u anhüm)

Altı oğlu kemâl mertebelerinin en yüksek derecelerine çıkmışlardır. Yüksek babalarına mahsus nisbetten büyük pay almışlardır.

Altısı da kutb-i zaman idiler.

Oğlulları en yüksek halifelerinden ve sır mahremlerinden idi. En başta gelen talabelerinden biri de torunu Şeyh Ebü’l-Kasım olup, bu zatı oğullarından saymıştır.

Kardeşi Muhammed Said’in oğlu “Hazret-i Vahdet” ismiyle bilinen Abdülehad da meşhur talebelerinden olup, çok sırlara ve yüksek derecelere mazhar olmuştur.

Menkıbeler ve kerematleri;

Muhammed Ma’sum hazretleri (r.aleyh) 1068 (M. 1657) senesinde hacca gitti. Bu sefere çıkıp mukaddes beldelere varınca buyurdu ki;

-“Bu yerlerin her tarafını Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) in nurları ile dolmuş buluyorum.”

Mekke ve Medine’de bulundukları müddetçe, beyâna sığmaz haller müşahede eyleyip, bir kısmını yakınlarına anlatmıştı.

Buyurdu ki;

-“Mekke-i mükerremeye geldiğim zaman tavaf-ı kudum yaptım. Gördüm ki, melekler ve huriler Kâbe’yi öyle tavaf ediyorlardı ki, insanlarda böyle şevk ve kavuşma hasreti olamaz. Her defasında Kâ’be’yi üç defa medhederlerdi. Kâ’be’nin etrafında göğe kadar heryeri kaplamışlardı.”

Yine şöyle buyurdu;

-“Mekke’den arafat’a gitmek için yola çıktım. Mina’ya varınca, namaz kılmak için Mescid-i Hif’e girdim. Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) o mescidin yakınında çadır kurmuş, konaklamışlardı. Aynı zamanda orada Musa ve Harun aleyhissamın makamları vardı. Bu mescide oturduk. Allahın Peygamberi (Sallallahu aleyhi ve selem) tam bir heybet ve celâl ile geldi. O’nun o mübarek lâtif vucudunun nuruyla, yer ve gök nur ile doldu. Her şey o nurun içine gömüldü.”

Mekke-i muazzamada bulunduğum sıralarda, büyük kardeşi Hace Muhammed Said (k.s.) hastalanmıştı. Hastalığı da ağırdı. Kurtulması için dua etti.”

-“Teveccüh buyurdu. Ağlayarak Allah-ü teâlâ’ya sığındı. Ellerini kaldırarak, içli dua eyledi.”

Sonra buyurdu ki;

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Zeynel Âbidin Cam-i avlusu

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) – 5

-“Dua esnasında müşahede eyledim ki; huşu ile ellerimi kaldırıp, Allah-ü teâlâ’ya dua ettiğim sırada, mahlukatlardan milyonlarcası, bana uyuarak ellerini kaldırdılar. Muradımın hasıl olması için, duama iştirak ettiler. Böylece duam kabul oldu. Ağabeyimin rahatsızlığı geçip tam sıhhate kavuştu.”

Yine buyurdu ki;

-“Kâ’be’de idim Hazret-i İbrahim (a.s.) i Makam-ı İbrahim’de gördüm. Onun yakınında inanılmıyacak zuhurlar ve garib haller buldum.”

Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) in dünyayı şereflendirdikleri Rabi’ul- evvel ayının onikinci gecesi, Kâ’be’de Mültezem’in yanında iken, irşad ile meşgül olayım mı, yoksa bu işi bırakıp uzletde, kendi başıma mı ibadetle meşgül olayım diye Resulullah (s.a.v.) a tazaru (yalvarma) ve ilticada bulundum. Çok kıymetli olan olan irşad ile meşgül olmam için emrolundum. Allah-ü teâlâ rızasının tamamen bu işde olduğunu ve bu işe gayret etmemi bildirdi. Hatta bunu terk etmenin hiçbir şekilde rızasına uygun olmadığı anlaşıldı.

Hazret-i Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sum hazretleri (r.a.) Mekke-i mükerremden ayrılıp, Cidde’ye geldi,ği zaman buyurdu ki;

-“Nurlar ve esrar Harem-i şerifin dışında, içindekilerden daha çok görünmeye başladı Zira, huzurda iken, nurların ziyasının çokluğu onlara bakmamıza mani oluyordu. Bu yüzden hiçbir tarafa bakamıyordum ve her şeyi iyice anlayamıyordum. Nurların azalması, bakmayı kolaylaştırdığı için, anlamak da mümkün oluyor.

Sonra Medin’ye gitmek üzere yola çıktı.

Medine-i münevvere yoluna büyük bir sevgi ile koyuldu. Mescid-i nebi’ (s.a.v.) nin nurlarının eserlerinin, dalgalaraının görünmesi, duyulmağa başlaması, bi an evvel bu kıymetli yerlere kavuşmağı hızlandırıyordu.

Bunun gibi Sahabe-i kirâm (r.anhüm) ın mübarek mezarlarına ulaşmak için tam gayret ediyordu. Bedir vadisine gelince, Sugra’da yatan Bedir muharebesi şehidlerinden Abdulhâris (r.a.) in mezarını ziyarete gitti. Yanındakilerle beraber, bir müddet mezarın başında murâkabe eyledi.

Sonra buyurdu ki;

-“Onun (r.a.) mezarının başında teveccüh ettim, Kendisini bulamadım. Bir müddet sonra görünüp, bize doğru geldi. Büyük bir neş’e ile beni karşıladı.”

Sonra Medine’ye girdiler.

Medine’de Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) in kabrini ziyaret ederek, uzun müddet murâkabe ile meşgül oldu ve buyurdu ki;

-“Peygamberlerin sonuncusu, kereminin çokluğundan ve merhametlerinin fazlalığından gözüküp yanımıza geldi. Lütf ve inayet buyurup beni kucakladı. O kadar nimete kavuştum ki, bunun gibisini bu zamana kadar kavuşmamıştım.”

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

ZeynelÂbidin cami şadırvanı

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) – 6

Orada bulunduğu müddetçe Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) bu şekilde defalarca görmüştür.

Cemâzıl-evvel ayının onüçüncü günü Cuma namazından sonra, Peygamber efendimiz (s.a.v.) nin kabirlerinin huzuruna geldi.

Sonra buyurdu ki;

-“Selam verip, salevât-ı şerifleri bitirince, bana bir hil’at verildi. Bildirildi ki, bu hil’at hazret-i Sıddık-ı ekberin (r.a.) ihsanıdır. Aynı huzurda bir başka hil’atın üzerime konduğunu gördüm. Bunun da hazret-i Faruk-ı a’zamın (r.a.) lütfu olduğunu anladım. Bu iki hil’atın renkleri de birbirinden ayrı idi. Birincisi kırmızı, ikincisi Sarı idi. Yeşil renkli bir hil’atın üzerime indirildiğini hisettim. Bunun da Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) tarafından olduğu bildirildi.”

Buyurdu ki;

-“Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) mihrabının yanında öğle namazını kılıyordum. Bu mübarek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin tesiriyle ağlamağa başladım Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten, o temiz ve en güzel kokulu revdadan etrafa nur saçılmağa başladığını gördüm. Peygamber efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) tam bir heybetle o nurlar arasından göründü Mübarek kabirlerinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsanının çokluğundan, benzerini hiçbir zaman görmediğim, sultanların tacı ve hil’atı gibi, bir tac ve hil’atı bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetli idi.”

O anda bana bildirdi ki;

-“Mübarek vucudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil’at, diğer hil’atlara benzemez.”

Görüyorum ki, Revda-i mutahharadan, gece gündüz devam üzere, bütün mahlukata nimetler ve bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun hakkında Kur’an-i kerim’de Allah-u teâlâ meâlen;

-“Biz seni ancak, âlemlere rahmet olarak gönderdik.” Buyuruyor.

Muhammed Ma’sum hazretleri (r.a.) Medine-i münevverede bulunan Eshab-i kiram’dan (r.anhüm) birçok zatın ve diğer büyük zatların medfun bulunduğu Bâki’ kabristanını da ziyarete gitti. Bu ziyareti sırasında da Eshab-i kiram (r.anhüm) in büyüklerinin ruhaniyeti ile görüştü. Baki’ kabristanında vedâ ziyareti yaparken, Hazret-i Osman (r.a.) ın nur saçam mezarı başında oturdu. Diğer mezarları da ziyaret için oradan ayrılırken, Hazret-i Osman (r.a.) in ruhaniyet, gözüküp onu uğurladı ve üç defa öptü.

Ayrıca Hazret-i Abbas (r.a.) in, Hazret-i Aişe (r.anha) nin Hazret-i Fatıma (r.anha) nın, Peygember efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) in küçük yaşta vefat eden mübarek evladı İbrahim (r.a.) in ve diğer büyüklerin ruhaniyetlerini görmüştür. Onların da feyz ve bereketlerine kavuştuğunu, her birinden ayrı ayrı haller gördüğünü bildirmiştir.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

ZeynelÂbidin cami şadırvanı

Muhammed Ma’sum Faruki (Radiyallah-u anhu) – 7

Muhammed Ma’sum-i Fârûki hazretleri (r.a.) nin yüksek talebelerinden olan Muhammed Hanif-i Kâbili (r.a.),gençlik yıllarındaKâbil şehrinde bulunurken, ruaysında iki büyük zatı görür.

Kim olduklarını nerak edince biri gelip;

-“Her ikisi de Müceddid-i elf-i sâni İmâm-i Rabbâni hazrteleri (r.a.) nin oğludur. Biri rahmetler hazinesi Muhammed Sa’id, diğer Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma’sum (r.anhüm) dur.” Dedi.

O da beni Muhammed Ma’sum (r.a.) un huzuruna götür deyince,

O şahıs da;

-“Ben senin yanına onun işareti ile seni götürmek için geldim.” Dedi.

Onu alıp Muhammed Ma’sum hazretleri (r.a.) un huzuruna götürdü.

Muhammed Hanif (r.a.), büyük müjdelerle dolu olan bu rüyasundan uyayınca, gördüğü rüyayı yakınlarına anlattı. Büyük bir şevk ve cezbeye kapılmıştı. Bunun üzerine Kâbil’den Serhend’ gitti. Serhend’e varınca Muhammed Na’sum hazretleri (r.a.) nin huzuruna girip, aynen rüyasındeki gibi gördü. Ona talebe olup bir müddet derslerine ve sohbetlerine devam etti. Hocasının büyüklüğü, ihsanı ve himmeti ile aklından, hayalından geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı gözlerin görmediği ma’rifetlere, diğer tyalebeler gibi kavuştu. Hocasından icâzet ve hilafet alarak memleketi olan Kâbil’e döndü. İnsanları irşad etmeğe başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlamayıp karşı çıktılar.

Nihayet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hace Muhammed Hanif’e geldiler;

-“Biz bir keramet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız.”dediler

Ve şöyle ilave ettiler;

-“Biz bir ziyafet hazırlıyacağız Üstadınızı davet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun erhend’den Kâbil’e gelmöesini bekliyoruz. Eğer davetimize gelirse, hepimiz senin taleben oluruz.”

Halkbuki, arada yüzlerce kilometre mesafe vardı. Hocası ile arasındaki mesafe değil bir günlükl, bir aylıktan daha uzak yol idi.

Hâce Muhammed Hanif hazretleri (r.a.), hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allah-ü teâlâ’nın kullarına şefkatından bunu kabul eyledi ve dedi ki;

-“Hocam Muhammed Ma’sum hazretleri (r.a.) yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın ümid ederim ki gelecekler.”

Oradakiler gülüp oynamaya, alaya alarak ymekleri ve misafir odasını hazırlamaya başladılar. İnanmıyorlardı ama, yine hazırlıyorlardı.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin Yirmidördüncüsü olan Muhammed Ma’sum Faruk-i (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

25- Fuad Yusufoğlu Seyfedin-i Faruki (r.a.) mübarek türbeleri

Seyfüddin faruki (Radiyallah-u anhu) nun mübarek kabirleri

Seyfüddin Faruki (Radiyallah-u anhu);

Evliyanın büyüklerinden. İnsanların i’tikad, ibadet ve ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini ve öğrendikleri bu bilgiler ile âmel etmelerini sağlayan, insanları Allah-u Teâlâ’nın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendisine “Silsile-i âliye” denilen İslâm âlimlerinin “yirmibeşincisidir.”

İkinci bin yılının müceddidi olan İmâm-i Rabbani hazretlerinin torunu, “Urvet-ül-vuska” Muhammed Ma’sum-i Faruki (r.a.) nin beşinci oğludur.

Muhammed Ma’sum-i Faruki hazretleri (r.a.) nin altı oğlu olup, hepsi de kemâle ermiş Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye ile şereflenmiştir. Beşinci oğlu Muhammed Seyfüddin (r.a.) de tasavvuf bilgilerinin mütehassısı idi.

“Muhyissünne” adı ile meşhur oldu. 1049 (M. 1639) senesinde Serhend’de doğdu. 1098 (M. 1696) senesinde yine Serhend’de vefat etti. Kabri mübarek babasının medfün bulunduğu türbenin birkaçyüz metre güneyindeki türbededir.

Boyu uzun, yüzü esmer ve heybetli, gözleri büyükçe, sakalının iki tarafı az seyrek idi. Zahir ve batın ilimlerinde çok yüksek olan Muhammed Seyfüddin-i Faruki hazretleri (r.a.) nin doğumundan itibaren büyük bir zat olacağı ve insanlara hidayet rehberi olacağı belliydi.

Nakledidlir ki; Doğum zamanında bir melek görünüp;

-“Doğduğu gün, öldüğü gün ve tekrar dirildiği gün Allah’ın selamı üzerine olsun.” Meâlindeki, Meryem sûresi onbeşinci âyet-i kerime’yi okuyarak müjde vermişti.

İlim, irfan kaynağı ve kerametler sahibi Seyfüddin-i Faruki hazretleri (r.a.) küçük yaşından itibaren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman, Kur’an-i kerim’i ezberledi. Sonra da amcası Muhammed Sa’id (r.a.) den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kıs zamanda çok şeyler öğrendi.

Zamanın bir tanesi ve ma’rifet deryası olan babası Muhammed Ma’sum-i Faruki (r.a.) nin teveccühü ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usûl ve âdâbı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde Vilayet-i hâssa-i Muhammediyye’ye kavuştu.

Birçok hâller ve kerâmetler sahibi oldu. Önce gelenlerin ve sonra gelenlerin olgunluk ve üstünlüklerini ve güzel ahlakını üzerine topladı. Ma’nevi derecelere kavuşup, ârifler semâsının ayı ve âlimlerin baş tacı oldu. Kendisine, İlâhi hazinelerin kapıları aralanıp, birçok ihsanlara kavuştu.

Zahiren ve batınen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanlara, Allah-u teâlâ’nın dinini, sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) in güzel ahlakını anlatmak ve vaktin Sultanı Evrenkzib Âlemgir Han’ın dini terbiyesi için vazifelendirilip Delhi’ye gitti.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri Seyfüddin Faruki (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

Seyyid Nur Muhammed Bedevâni (r.a.) mübarek türbeleri

Seyyid Nur Muhammed Bedevâni (Radiyallah-u anhu);

Evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, doğru yolu gösterip hakiki saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin “yirmialtıncısıdır.”

Hindistan’ın Bedevân şehrindendir. Doğum tarihi bilinmemekte olup, 1135 (M. 1722) senesinde vefat etti. Türbesi Hindistan’ın Delhi şehrinin güney tarafındadır. Nizamüddin Evliyâ (r.a.) nin türbesinin batısında olup ziyaret edilmektedir.

Seyyid Nûr Muhammed Bedevâni hazretleri (r.a.), ilmini ve feyzini İmâmm-i Rabbani hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kâmil Muhammed Seyfüddin-i Faruki (r.a.) den aldı.

Ayrıca, Mirza Hafız Muhsin (r.a.) den de ilim öğrendi. Seyfüddin-i Faruki hazretleri (r.a.) nin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki; sarf, nahıv, mantık, me’ani, tefsir, hadis ilimlerinde ve tasavvuf’da zamanın yegane âlimi idi.

Tasavvuf ehli onunla iftihar etmişlerdir. İnsanlar ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı.

-“Sokakta fasıkla karşılaşmak kalbde zulmet hasıl eder” buyururdu ve talebelerinin hangi fıskı, günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi.

Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halifesi, “Mazhar-ı Cân-ı Cânân” hazretleri olup, evliyanın büyüklerindendir.

Seyyid Nûr Muhammed Bedevâni hazretleri (r.a.), dinin emirlerine tam uyardı. Şübheli şeylerden ve haramlardan sakınma hususunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helâlden tedarik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi.

İstiğrak ve cezbe halleri ya’ni tasavvuf’da ilahi aşk ile kendinden geçme hali pek ziyade idi. Onbeş sene bu hâl üzere tasavvufi hallere gark olmuştur.

Ömrünün son zamanlarında bu halden ayıklık hâline dönmüştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeb ve âdetlerde de Peygamber efendimiz (s.a.v.) e tabi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) in hayatını ve yüksek ahlâkını anlatan kitabları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resulullah (s.a.v.) a uymaya çalışırdı.

Bir defasında helây’a girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atmıştı. Bunun üzerine tasavvufdaki halleri bağlandı. Üçgün Allah-u Teâlâ’ya yalvarıp, tazarru ve niyazda bulunduktan sonra halleri tekrar açıldı.

Dünyaya düşkün olanlar ile görüşmekten tamamen sakınırdı. Yiyeceklerinin helâl olması hususunda çok dikkatli davranırdı. O kadar murâkabe yapardı ki, ya’ni Allah-u teâlâ’dan başka her şeyi unutup, Allah-u Teâlâ’ya yönelerek o kadar çok ibadet ve tâat yapardı ki, bu sebeple beli bükülmüştü.

Buyurmuşlardır ki;

-“Otuz seneden beri kalbimden insanın tabii gıdası olan şeyleri yemek geçmedi. Ne zaman yiyeceğe ihtiyaç duysam yanımda bulunduğumu yerdim.”

Günde yalnız bir defâ yemek yer idi. Kazançları ve yemekleri şüpheli olanların yemeğini asla yemezdi.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri Seyyid Nur Muhammed Bedevâni (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

27- Fuad Yusufoğlu Mazhar-i-Can-i-Canan (r.a.) nın mübarek türbeleri

Mazhar-i Can’ı Cânân ile halifesi Abdullah Dehlevi (r.a.) mübarek kabirleri

Mazhar-ı Cân-ı Cânân (Radiyallah-u anhu);

Evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, doğru yolu göstererek hakiki saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen âlim ve velilerin “yirmiyedincisidir.”

İsmi Şemseddin Habibullah’dır. Babası Mirza Can’dır. O’nun ismine izafeten “Cân-i Canân” denilmiştir. 1111 (M. 1699) veya 1113 (M. 1701) senesinde Ramazanı şerifin onbirinde Cum’a günü doğdu. 1195 (M. 1781) senesinde Delhi’de şehid edildi.

Kabri, Şah Cihan Câmii yakınındaki Dergah Camii’nde olup, oradaki “dört kabir’den biridir.” Talebesi Abdullah-ı Dehlevi (r.a.) nin de kabri oradadır.

Hazret-i Ali (r.a.) nin soyundan olup, seyyiddir. Yirmisekiz batında soyu Hazret-i Ali (r.a.) ye ulaşır. Ceddi Umerâdan olup, Teymuriyye sultanlarına yakınlıkları vardı. Bütün dedeleri, mürüvvet, adâlet, şecâet (çömertlik) ve dine son derece bağlı olmalarıyla tanınmış olup, beğenilen ve medhedilen bütün üstün vasıflara sahib idiler.

Ayrıca her biri, Devlet idaresinde mevki ve makam sahibi idiler. Babası Mirza Can (r.a.), mevki ve makamı terk edip, fakirliği ve kanâatı tercih etti. Servetini Allah için fakirlere dağıttı.

Kızının nikahı için ayırdığı yirmibeşbin rub’iyye miktarındaki altını, bir dostunun şiddetli bir sıkıntıda olduğunu işitince, tamamen ona hediye etti. Babası memleketinde, merhameti, üstün ahlakı, insani meziyetlerinin üstünlüğü ile tanınmış bir zat idi.

Zamanın murşid-i kamillerinden olan Şah Abdurrahman Kâdiri’nin sohbetinde kemâle gelmiştir.

Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri (r.a.), daha küçük yaşta iken alnında rüşd ve hidayet nûr’u parlıyordu. Zekâsının ve fehminin (anlayışının) parlaklığını gösteren firâset erbâbı, onun yüksek bir fıtrata sahib olduğunu söylerlerdi.

Babası, onun terbiye ve ta’liminde, ilim öğrenmesi hususunda çok dikkat göstermiştir. Daha küçük yaşta iken ilim, ma’rifet öğrenmeye ve çeşitli mahâretler kazanmağa başlamıştı. Kıymetli ömrünü çocukluğundan i’tibaren gayet iyi değerlendirip, hebâ etmemiştir. İlim ve ma’rifeti yanında ayrıca çeşitli san’at ve maharetleri öğrenmişti.

Kendisi şöyle demiştir;

-“Çocukluğumda İbrahim Aleyhisselam’ı rü’yamda görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavuştum. Yine Çocukluğumda Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık (r.a.) ı ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübarek sûreti karşıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatlarda bulunurdu.”

Yine şöyle buyurmuştur;

-“Çocukluğumda idi. Bir kimse babamla konuşuyordu İmâm-i Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmâm-i Rabbani hazretleri (r.a.) nin ruhaniyetlerini gördüm. Ban oradan kalkmam için işaret etti. Bu hali babama söyledim.”

Babam dedi ki;

-“Anlaşıldıki, sen onların yolundan istifade edeceksin.”

-“Allah-u Teâlâ benim tinetime sünnet-i seniyyeye ittiba’ etme hasletini yerleştirmiş.”

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri Mazhar-ı Cân-ı Cânân (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu

27-Mazhar-i-Can-i-Canan-ve-28-abdullah-i-dehlevi mübarek türbeleri (Fuad Yusufoğlu)

Abdullah-ı Dehlevi ile hocası Mazhar-ı Cân-i Cânân (r.a.) türbeleri

Seyyid Abdullah-ı Dehlevi (Radiyallah-u anhu);

Hindistan’da yaşayan âlim ve evliyanın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakiki saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i âliyye” denilen büyük âlim ve velilerin “yirmisekizincisidir.”

Tasavvuf mütehassıslarının üstadı, Müslümanların gözbebeğidir. Seyyid olup, Hazret-i Ali efendimiz (r.a.) in soyundandır. 1158 (M. 1745) senesinde Hindistan’ın Pencap şehrinde doğdu. Mazhar-ı Cân-ı Cânân hazretleri (r.a.) ne talebe oldu.

Onun sohbeti ve teveccühleri ile kemâle gelerek, zamanın bir tanesi oldu. Çok kerametleri görüldü. En büyük kerameti, kendisine gelen sâdık kimselerin kalblerine teveccüh ederek, feyz ve bereketle doldurmasıydı. Binlerce aşığı bir bakışta cezbelere ve vâridât-i ilahiyyeye kavuştururdu.

İnsanların Cehennem’den kurtulması için zamanın sultanlarına, komutanlarına, beylere, âlimlere, cemiyete hükmeden kimselere mektuplar yazar, onlara nasihatlarda bulunurdu.

Çeşitli memleketlere göndermiş olduğu mektublarından yüzyirmibeş adedi, talebelerinden Rauf Ahmed Müceddidi (r.a.) tarafından toplanarak, “Mekâtib-i şerife” ismi verildi.

Seyyid Abdullah-ı Dehlevi hazretleri (r.a.), 1240 (M. 1824) senesinde Delhi’de vefat eyledi. Şâh Cihan Camii yakınındaki kendi dergahına, mermerden yapılmış mezâr içinde, üstadı (Mazhar-ı Cân-ı Cânân)nın yanında ve onun batı tarafında medfundur.

Binlerce aşıkı her zaman ziyarete gelmekte, onun feyz ve bereketinden istifade etmektedir.

Abdullah-i Dehlevi (r.a.) nin babası Abdüllatif efendi, riyazet ve mücahede eder, nefsinin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yaparak tasavvuf yolunda kemâle gelmeye, olgunlaşmaya çalışırdı. Hatta insanların hazırladıklarını şüpheli korkusuyla yemez, kırlarda yetişen meyvelerle yetinirdi.

Nefsini terbiye etmek için kırk gece hiç uyumadı. Sahralarda Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerifi söyleyerek, O’nun yarattıkları hakkında tefekkür eder, bir an olsun Rabbını unutmazdı. O’nun hocası şeyh Nasirüddin Kâdiri hazretleri (r.a.) idi. Çeşitiyye ve Şattariyye yolundan da pay almıştı.

Devam edecek…

İslam âlimleri ansiklopedisi

Allah-u Teâlâ hazretleri bizleri ve sizleri Seyyid Abdullah-ı Dehlevi (Radiyallah-u anhu) yüzü suyu hürmetine günahlarımızı aff eylesin. Amin.

Fuad Yusufoğlu